TBMM Sevr’i Reddetti mi? Tarihsel Bir Perspektif
Tarihi sadece geçmişin anlatısı olarak görmek, günümüzün olaylarını anlamakta yetersiz kalmamıza sebep olabilir. Geçmişin derinliklerine indiğimizde, sadece eski olayların öyküsüne değil, o günlerin ruhuna da ulaşabiliriz. Bu bağlamda, 1920’lerin başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) Sevr Antlaşması’nı reddetmesi, sadece bir diplomatik adım olmanın ötesinde, Türk halkının bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin bir simgesine dönüşmüştür. Peki, bu tarihi adımı anlamak için nasıl bir perspektife ihtiyacımız var? TBMM Sevr Antlaşması’nı gerçekten reddetti mi, yoksa geri çevirmeye yönelik bir dizi stratejik manevra mı gerçekleştirdi? Bu yazıda, 1919’dan 1923’e kadar uzanan süreci, Sevr Antlaşması’na karşı Türk milletinin verdiği tepkiyi ve tarihsel bağlamını tartışacağız.
Sevr Antlaşması’nın Taslağı: Büyük Güçlerin Oyun Planı
Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgiye uğramasının ardından, galip devletler tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılmak üzere tasarlanmış bir barış anlaşmasıydı. Antlaşmanın şartları, Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen ortadan kaldırıyor, Türk topraklarını işgal eden güçlerin bölgeye hükmetmesine olanak tanıyordu. Sevr, Türk halkı için tam anlamıyla bir “yenilgi” ve “onursuzluk” anlamı taşıyan, yabancılaşmış bir barış anlaşmasıydı.
Sevr Antlaşması, Osmanlı’nın büyük toprak kayıplarını, bağımsızlık hareketlerine karşı sınırlandırıcı şartları ve etnik ayrımcılığı içeriyordu. İstanbul, Trabzon, İzmir ve çevresi gibi stratejik bölgeler fiilen işgal edilecek, Türk toprakları ise önemli ölçüde paylaşılacaktı. Bu durum, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri gücünün zayıflaması hem de milliyetçi hareketin güçlenmesi bağlamında önemli bir kırılma noktasıydı.
Dönemsel Durum ve Toplumsal Dönüşüm
Sevr Antlaşması’nın dayatılmasından önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri, sosyal ve ekonomik yapıları derin bir çöküş içindeydi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşta müttefiklerinin yanında yer almasının bedelini ödemesi kaçınılmazdı. 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olmasından sonra, savaşın galip devletleri (Fransa, İngiltere, İtalya ve daha sonra ABD) Türkiye’nin iç işlerine karışmaya başladılar. 1919’dan itibaren, Kurtuluş Savaşı’nın fiilen başladığı bu dönemde, Türk halkının karşılaştığı uluslararası baskılar artarken, aynı zamanda ulusal bağımsızlık hareketi de bir güç kazanıyordu.
Türk halkının zayıf bir İmparatorluğun son kırıntıları üzerine kurmaya çalıştığı bağımsızlık hareketi, milliyetçilik anlayışına dayalıydı. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Türk milletinin kendi kaderini tayin etme hakkını savunarak, İstanbul’daki Osmanlı hükümetinin zaaflarını aşmayı ve halkı seferber etmeyi başarmışlardır.
Sevr Antlaşması’na Tepkiler: TBMM’nin İlk Adımları
1920 yılına gelindiğinde, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi, vatansever ruhuyla birleşmiş ve Türk halkının ulusal iradesini temsil etmek üzere Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) bir umut olmuştu. Ancak, Sevr Antlaşması’nın galip devletler tarafından dayatılması, TBMM’nin varoluşunu tehdit eden bir durumdu.
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Osmanlı hükümetinin imzaladığı bu anlaşmayı geçersiz sayarak, halkın kendi iradesiyle belirleyeceği bir geleceği savunmuşlardır. TBMM, Sevr’i reddettiği ilk andan itibaren, bu antlaşmanın kendilerine dayatılan bir işgal olduğunu net bir şekilde dile getirmiştir. Ancak, bu reddediş yalnızca bir deklarasyon değil, aynı zamanda stratejik bir hamleydi. Bu süreçte, Türk halkının bağımsızlık mücadelesi ve ulusal birliğini pekiştirmek amacıyla kurulan TBMM, aynı zamanda Batı’daki siyasi güçlerle de dengeyi sağlamak zorundaydı.
TBMM’nin Sevr’e Karşı Yürüttüğü Diplomatik Strateji
TBMM, Sevr Antlaşması’na karşı yalnızca askeri direnişle değil, aynı zamanda diplomatik yollarla da karşı koymuştur. 1920-1922 yılları arasında, özellikle Sovyet Rusya ile yapılan yakın ilişkiler, Türkiye’nin kurtuluş savaşında önemli bir stratejik avantaj sağlamıştır. Sovyetler Birliği, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini desteklemiş ve bu destek, Sevr’in reddedilmesinin ardından pekişen Türk-Rus ilişkilerinin temelini atmıştır.
Ayrıca, 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması, Türkiye’nin Rusya ile olan sınırlarını güvence altına almış ve Ermenistan’ın güney sınırlarında daha önceki Sevr şartlarına aykırı olarak Türk topraklarının korunmasına zemin hazırlamıştır. Bu gelişmeler, Sevr Antlaşması’na karşı yürütülen diplomatik ve askeri mücadelenin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
Sevr ve Lozan Antlaşması: Kaderin Dönüşümü
Sevr Antlaşması, bir “vazgeçiş” antlaşmasıydı. Ancak, Sevr’in resmen uygulanabilmesi için Osmanlı hükümetinin onayı gerektiği gibi, bu süreçte Türk milletinin ulusal iradesi devreye girmiştir. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’ndan farklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını çizmiş ve Türk halkının tam bağımsızlık hakkını tanımıştır. Lozan, TBMM’nin Sevr’e karşı verdiği mücadelenin zaferle taçlandığı bir dönemeçtir.
Lozan Antlaşması, aynı zamanda Sevr Antlaşması’nın geçersiz olduğunu resmen ilan eden bir anlaşma olmuştur. Sevr’in reddedilmesi, yalnızca bir askeri direnişin veya diplomatik bir manevranın değil, bir halkın geleceğini kendi elleriyle şekillendirdiği bir dönüm noktasıydı.
Sonuç: Sevr’in Reddedilmesinin Günümüzdeki Yansıması
Bugün, Sevr Antlaşması’nın reddedilmesinin anlamını kavrayabilmek için yalnızca bir tarihsel olayın ötesine geçmek gerekmektedir. Bu olay, ulusal bağımsızlık, halk egemenliği ve uluslararası ilişkilerde bağımsız bir duruş sergilemenin ne denli önemli olduğunun simgesidir. Ancak, bu noktada insanın aklına şu soru gelir: Geçmişteki bu direnişi ve kazancı, günümüz dünya düzeninde nasıl değerlendirmeliyiz? Ulusal bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi, günümüzde hala farklı coğrafyalarda nasıl şekilleniyor?
Sevr’in reddedilmesi, sadece bir diplomatik zafer değil, aynı zamanda halkın egemenliğine ve ulusal iradeye verilen büyük bir değerin simgesidir. Bugün, ulusal ve uluslararası düzeyde alınan kararların ardında bu tür tarihi deneyimlerin nasıl bir rol oynadığını düşünmek, geçmişle geleceği bağlamda anlamamıza yardımcı olacaktır.